Bilinçli tüketici olmak için sadece neyi, nerede, nasıl ve ne kadar tükettiğinizi bilmek yetmiyor. Üstelik günümüzde tüketmek sadece satılıp alınabilen metalarla ilgili bir kavram olmaktan çıkıp yaşantımızın her alanında kendine yer buldu. Tükettiğimiz en önemli şeylerden biri de zaman. İş yerinde bilgisayar başında iş yapmıyorken harcadığımız zaman, evde televizyon başında geçirdiğimiz zaman; arkadaşlarımızla sohbet etmek buluştuğumuzda elimizdeki telefonları kurcalayarak harcadığımız zaman genel olarak bilinçsiz zaman tüketiminin belirtileridir.
Zamanı boşa tüketmek, nesneleri, ihtiyaç maddelerini boşa tüketmekten daha vahim sonuçlar doğurur çünkü giden malı geri getirebilirsiniz ancak zamanın geri dönüşü yoktur. Aslına bakarsanız bu yazının ana konusu boşa giden zaman değil, tam tersine bilinçsizde tükettiğimiz ürünler olacaktı ancak yazıya başlamadan önce farkettim ki bizim asıl tükettiğimiz şey zaman.
Çağımız teknoloji çağı ve bilgisayarlar iş yaşantımızın vazgeçilmez birer parçası haline geleli çok değil 4-5 sene öncesine dayanır. Akıllı telefonların birer organımız haline gelmeye başlaması ise 2007’de akıllı telefon kavramını kütük ağırlığında stilden uzak el terminallerini (Palm) tarihin tozlu sayfalarına gömen iPhone’un piyasaya çıkmasından sonraki döneme dayandırabiliriz. Elbette ki asıl patlama ikinci nesil iPhone (iPhone 3) ve bir süre sonra piyasaya çıkan iPhone 3GS sonrasına denk geliyor. Zira Apple’ın rakiplerinin “uyanması” 1-2 seneyi bulmuştu.
Apple’ın mobil işletim sistemi iOS karşısında rakiplerin sürekli kan kaybettiğini farkeden Google, Android işletim sistemini üreterek Apple’ın rakiplerine güçlü, rekabet edebilir biş mobil işletim sistemi platformu oluşturmayı başarmış olsa da gerek üretici sayısının fazlalığı gerekse cihaz sayısının çeşitliliği nedeniyle Android platformu bir türlü istenen başarıyı yakalayamadı.
Google LG ve Samsung ile işbirliği yaparak kendi Nexus markasını piyasaya sürmüş olsa da pazarını genişletemediği için Android platformu her koşulda Samsung, HTC ve LG gibi pazar payı daha yüksek üreticilerin cihazlarına uymak ve dolayısıyla kendini bir anlamda kısıtlamaya mahkum oldu. Her Android sürümü, Android tabanlı her cihazda çalışmıyor, bu da hem yazılım geliştiricileri hem de üreticileri zor durumda bırakan bir durum. Oysa iOS, Apple’ın sadece kendi ürettiği cihazlar için geliştirdiği daha kararlı daha kontrol edilebilir ancak kapalı kaynak kodlu bir yazılım olarak en eski cihazlar hariç tüm Apple mobil cihazlarda kullanılabiliyor. Dolayısıyla bu durum yazılım geliştiricilerin de işini kolaylaştırıyor ve yazılımlarını yüzlerce farklı cihaza uydurmaya çalışmaları gerekmiyor.
Benzer durum Apple’ın kişisel ve taşınabilir bilgisayarları için de geçerli. OS X işletim sistemi sadece Apple tarafından üretilen cihazlara kurulabiliyor ve bu nedenle hem uyumluluk sorunları ortadan kalkıyor hem de tamamen Apple’ın kontrolünde olan yazılım ve donanım altyapısı sayesinde OS X işletim sistemini kullanan cihazların riskleri en alt düzeyde tutulabiliyor.
Burada bir parantez açmam gerekiyor. Apple’ın işletim sistemi daha önce sadece Apple üretimi cihazlarda kullanılabiliyorken Apple’ın İntel ile işbirliği yapmasından sonra yazılım geliştiriciler tarafından modifiye edilmiş sürümleri (Hackintosh) PC’ler ve dizüstü bilgisayarlar üzerinde çalışıtırılabilir hale geldi. Performans %100 olmasa da Windows kullanmaktan yorulmuş Linux ile de yıldızı bir türlü barışmayan kullanıcılar için önemli bir alternatif oldu. Apple’ın işletim sisteminin kısa bir süre içerisinde İntel işlemcili PC ve dizüstü bilgisayarlara kurulabileceğine dair duyumlar da forumlarda dolaşıyor.
Özellikle Windows 8’in çıkışıyla birlikte Microsoft’a olan güvensizlik katlanarak büyümeye başladı. Kullanıcılar, dokunmatik tabletler için üretilmiş bir işletim sistemini dokunmatik ekranı olmayan bilgisayarlarında kullanmak istemiyor. Özellikle de on yıllarca sahip oldukları alışkanlıkları değiştirilmeye zorlanan kullanıcılar Windows alternatiflerine daha sıcak bakmaya başladılar.
Linux cephesinde durum oldukça karışık çünkü Android’deki donanım çeşitliliğinin bir benzeri Linux üreticilerinde mevcut. Ubuntu, Fedora, RedHat, Mandrake, Mint ve benzeri onlarca Linux sürümünün piyasada olması yetmiyormuş gibi Gnome, KDE, Xfce vb. birbirinden farklı yapıdaki masaüstü yöneticilerinin olması ilk defa Linux kullanacak birinin kafasını bir hayli karışıtırıyor. Alternatiflerin çok olması her zaman iyi netice vermiyor.
Lafı oldukça dolandırdım ancak teknoloji konusundaki tercihlerimin neden Apple’dan yana olduğunu da açıklamak istiyorum.
Bilgisayarla tanışmam Commodore 64 ile başladı ve sonrasında sayısını bile unuttuğum farklı modelde masaüstü bilgisayar kullandım. 2007’de ilk dizüstü bilgisayarım Asus’un oldukça düşük bir modeliydi ancak o kadar benimsedim o tarihten sonra masaüstü bilgisayar benim için tarih oldu. İşim gereği günde 12 saatten fazla süre bilgisayar başındayım ve dolayısıyla daha fazla performanslı bilgisayar benim için ihtiyaçtan öte bir zorunluluk. Bu zorunluluğu bütçe dostu Monster bilgisayara geçerek standart haline getirmem 2009’un başına denk geliyor. O bilgisayarı aldığımda da amacım Mac OS X işletim sistemini kurarak performanslı bir dizüstü bilgisayar sahibi olabilmekti. Apple ürünlerinin fiyat etiketleri teknoloji mağazalarında bilgisayarları uzaktan izlemekten öteye götüremedi beni. Ta ki Coca Cola’nın bir çekilişinden iPhod Shuffle müzik çalar kazanana dek…
Çekilişten kazandığım iPod Shuffle beni o kadar etkilemişti ki ilk işim iPhone 3GS satın almak oldu. iOS işletim sistemi ile tanıştıktan sonra bir Apple hayranına dönüştüm. Fakat Macbook dizüstü bilgisayarlar benim için hala ulaşılması zor bir hedefti. Ben de Monster bilgisayarımı başka bir Monster bilgisayarla değiştirmeye karar verdim. Cihaz, masaüstü bilgisayarlarda bile yeni yeni kullanılmaya başlayan dört çekirdekli İntel Core i7 işlemciye sahipti ve hiç bir dizüstü bilgisayarda görmediğim 8GB Ram belleği vardı. SSD disk şimdi bile çoğu bilgisayarda yokken ben 120GB SSD ve 1TB Sabit diski dizüstü bilgisayarıma takabilmiştim. Ancak üstün performans sırt çantasında taşınmayacak 5 kilo ağırlığındaki bir düzüstü bilgisayar sahibi olmama neden olmuştu.
Bir sabah metrobüsle işe giderken can sıkıntısından Bimeks’in internet sitesindeki Macbook Pro modellerine göz atarken, birden gözlerim parıldadı. Fiyat hanesinde yazan rakam Bilkom’un satış fiyatından 600 lira daha düşüktü. Üstelik kredi kartı kampanyasını da dahil edince 13″ Macbook Pro’nun fiyatı yaklaşık 800 lira düşüyordu. Ürünü alelacele sepete ekleyip ödemesini yaptım. İşlem bittikten sonra ürünün artık internet mağazasında listelenmediğini farkettim. Sonrasında da “fiyatlandırmada hata yapmışız ürünü bu fiyata satamıyoruz” diye telefon gelmesini bekledim. 4-5 saatin sonunda dayanamayıp müşteri hizmetlerini aradım ve siparişimin durumunu sordum. İlk aldığım cevap “fiyatlandırma konusunda problem” olduğuyla ilgiliydi ama sonrasında benim yaptığım işlemde herhangi bir sorun bulamadıkların, ürünü göndereceklerini öğrendim.
2011’den beri Macbook Pro kullanıyorum. Macbook Pro’yu kullanmaya başladıktan bir kaç gün sonra, neden bir Mac sahibi olmak için bu kadar geç kaldığımı düşündüm. Macbook Pro sahibi olana kadar bilgisayar için ödediğim para ile daha iyi bir Macbook Pro sahibi olabilirdim. Üstelik yıllarca, Windows işletim sisteminin çökmeleri, virüsleri, yetersizliği ile zamanımı boşa harcamıştım.
Geçtiğimiz yılın aralık ayında da Retina ekranlı bir Macbook Pro’ya terfi ettim. Dünyam değişti diyebilirim. Benim için masaüstünde daha fazla alan sahibi olmak önemli. Daha çok pencere, tek bakışta daha fazla alana hakim olmak benim kadar yoğun bilgisayar kullanan biri için hayati önem taşıyor. 256GB Flash hafıza veri okuma yazma sürelerini kısaltırken, 16GB Ram belleğe sahip olmak bilgisayarın performansına çok önemli bir katkı sağladı. Evet, Macbook Pro’nun çok pahalı olduğunu kabul ediyorum. Aynı zamanda sadece Apple’ın inisiyatifine bağlı olduğumu da kabul ediyorum. Ama varsın olsun. Benim ihtiyacımı karşılayan bu bilgisayar mı? Evet. Gerisi benim için teferruat.
Peki bunu bilinçli tüketici olmaya nasıl bağlayacağımı mı merak ediyorsunuz? Bilinçli tüketmekten kastım körü körüne bağlı olmadan ihtiyaçlarınız doğrultusunda kararlar vermek. Even ben bir Apple hayranı olabilirim ancak bunu Apple’ın marka değeri için değil, ödediğim para karşılığında Apple’ın bana kazandırdığı zamanı ve hayatımı ne kadar kolaylaştırdığını göz önüne alarak söylüyorum.
Sizin için Android işletim sistemli bir telefon iPhone’dan üstün olabilir. Ancak mağazada önünüzdeki onlarca telefondan hangisine ve neden karar vereceğinizi saatlerce düşünüyorsanız bu sizin için gerçekten bir avantaj mıdır? HTC mi Samsung mu yoksa Nexus mu? Sony Xperia Z de var aslında… Hepsi bir özelliğiyle diğerinden üstün. Seçenek çok. Birini aldığınızda, diğerini neden almadığınızı düşünme ihtimaliniz yüksek.
Oysa bir iPhone sahibiyseniz sizi deli edebilecek iki şey olabilir: 6 ay sonra yeni modelin çıkması ve yeni modelin önemli bir avantaj sağlayacak herhangi bir yenilik getirmemesi 🙂 (işlemci hızlanır, cihaz hafifler, belki ekran boyutu değişir, kamera megapikseli artar… Başka? Yok. Neden? Apple’ın pazardaki liderliği elinde bulundurması yüzünden…)
Aldığınız bir akıllı telefonu 2 yıldan az kullanıyorsanız, bilgisayarınızı her yıl değiştirmek istiyor veya buna mecbur kalıyorsanız siz de çoktan bilinçsiz tüketici sıfatını haketmişsiniz demektir…
Sayfanın başında ne yazdığımı hatırlayanlar için; bilinçsizce en çok tükettiğimiz şey neydi? Zaman. Ne için? Hangi telefonu ya da hangi cihazı almaya karar vermek için… Daha da kötüsü sırf “başkasında var” diye bir ürün satın alıp, o ürünü layıkıyla kullanamayarak bir süre sonra kendi istediğiniz ürünü aldığınızda harcadığınız sadece zaman olmuyor, zaman ve emek harcayarak kazandığınız parayı da boşa harcamış oluyorsunuz…